1 Kasım 2007 Perşembe

The Climb

Severek dinlediğim sayılı yerli gruplardandır The Climb. Tekrar birleştiklerinden beri konserlerine gitmek istiyorum ama hayat ne kadar ironik bir arkadaştır ki her konser öncesi sınav koyuyor önüme. Üstelik bu sınav geçen haftadan ertelendi..

Sakın ben konserinize gelene kadar dağılmayın/sakatlanmayın/ölmeyin olum. Yıkarım İstanbul'u.

Önceden çalış, git izle konserini demeyin.. Döverim.

Ne komiksin ulan hayat, gebertmek istiyorum seni..

29 Ekim 2007 Pazartesi

Çocuklar Üzerine - 20 Ağustos 2007

"Modern" toplumlarda etiket, yani halk içindeki davranışlar, çok önemlidir. Neyi, nerede ve nasıl yaptığınız çok önemlidir. Toplum tarafından kabul edilmeyen herhangi bir davranış, toplum dışına itilmek için yeterli bir sebeptir. Örneğin "modern" toplumlarda, birbirini tanımayan iki insanın birbirlerine selam vermesi, hal hatır sorması, teşekkür etmesi veya en basidinden hapşırdığında çok yaşa demesi, karşı taraftan bir garipseme ile karşılanır. Bu davranışlar, "modern" toplum etiketlerine terstir. Modern toplumlar, çekirdek aile kavramı üzerinden bireyselleşmek üzerine yapılandırılmaktadırlar. Bu nedenle bu tarz davranışlar, toplum tarafından genelde yanlış algılanır.

Çocukluk, totaliterizm, doktrin ve dogmaların üzerimize hükmetmediği bir dönemi simgeler.
Çocukluk, insanın insan olduğu, kendi olduğu, olabildiği ender dönemlerdendir. Toplum etiketleri bu dönemde önemsizdir. Zira çocuk toplumlarında kurallar yoktur. Saf insan vardır. Birbirini tanıyıp tanımadıkları önemli değil, iki çocuk karşı karşıya geldiği anda bir bağ oluşur. Hiçbir tanışma faslına gerek duymaksızın iletişim başlar. Gerekirse oyun oynanır, gerekirse konuşulur. Çocuklar, "modern" toplum etiketlerini yok sayarlar. Abartmak gerekirse bir anlamda birer anarşist olarak da görülebilirler. Daha da ileriye ve abartılı bir boyuta taşımak gerekirse, birer devrimci olarak bile görülebilirler. Zira bu ilk tanışmanın ardından tohumlarını gözetlemekte olan ebeveyinler, çocuklarını koruma içgüdüsü ile gerek diğer çocukla, gerekse ailesi ile diyaloğa girer. Bu, etiketlerin yıkılması yolunda atılan ilk adımdır. Sokakta birbirlerinin yüzüne dahi bakmayacak iki insanın, çocukları vasıtasıyla diyalog içine girebilir, iletişebilir.

Ufak - 1 Mart 2006

Bu yazı eski blogumda mevcuttu aslında ama sevdiğimden bir de buraya atayım dedim.

Küçükken herkes birincidir.
Küçük bir çocuğun beyninde, rakip yoktur. Her zaman birincidir..
Yüz metre dünya şampiyonudur, Everest'e tırmanan ilk insandır, tüm kötüleri öldüren silah ustası bir anti-kahramandır.
Muhtemelen her erkek çocuğu, küçüklüğünde, elinde tabancasıyla pek çok kötü adam vurmuştur. Ben şahsen binlercesini vurdum.. Gerek motordan atlarken, gerek yıkık dökük bir binanın tepesinden, gerek bir kamyonun arkasından..
Hiç ıskalamazdım o derece iyiydim..

Şimdi elime bir silah alıp evin için tepinmeye başladığımda, eğlenceden çok, annemin beni görürse neler düşüneceğini düşünyorum.. Ayıp mı kardeşim oyuncak tabancayla tepinmek? Ne var işte adam vuruyoruz eğleniyoruz..

Çocukken k'nex'lerden ay arabaları yapıp ayın yüzeyini delerdik. Bir de Lego'lardan korsan adası yapıp maceradan maceraya atlardık..

Ya da ben çocukken çok fazla ağır çekim koşardım.. Az mı yüz metre dünya şampiyonu oldum. Bir de galiba çocukken terlemezdim ben.. Yani terlerdik ama kokmazdık. Ben koktuğumu hatırlamıyorum en azından..

Ben çocukken ya dalgıç olurdum, ya da astronot.. Çoraplarımın uçlarını sarkıtıp derin sularda gezdiğim günler aklımda halen daha.. Ben çocukken ne de çok eğlenirmişim değil mi..

Şimdi ne zaman ağzı burnu yamulmuş koşturan bir çocuk görsem, o günler geliyor aklıma..
Boyum 1,40 idi ama kafam dünyalara sığmazdı o zamanlar..
Şimdi bir bakıyorum da..

Özgürlük - 10 Aralık 2006


Hava soğuk..
Yorgan, vücudumdan çıkan ısıyı, tenimle kumaş arasında hapsederken, işe gidip gitmeme gerekliliğimi sorguluyorum yine.

Özgür olmanın ilk kıstası olarak kendi ayakları üzerinde, kimseye bağımlı olmadan yaşabilmek koşulmuştur.
Bence külliyen yalan.

Az sonra, sıcak yorganımı üzerimden attıktan sonra, tuvalete gideceğim. Tuvalet rutinimi tamamladıktan sonra, uykumu açması için bir kahve, belki biraz kahvaltı..
Sonra iş. Dokuz, belki de on saat mesai.
Sonra eve geleceğim. Kendi ayaklarım üzerinde durabilmem için didindiğim bir günün ardından, kendi ayaklarım üzerinde duramayacak kadar yorgun bir halde eve gelip, bir şeyler yeyip, izleyip, uyuyacağım. Yorganım... ve ben..

Sonra yine sabah olacak.

Oysa hep böyle miydi?
Özgürlük anlayışım hep böyle miydi?

Beş yaşındayken özgürlük, sokaktan geçen dondurmacıdan bir külah almaktı..
On yaşındayken özgürlük, geceyarısından sonra uyumak zorunda olmamaktı..
On beş yaşındaken özgürlük, sevgiliyle dışarıya çıkıp eğlenebilmekti..
Yirmi yaşındayken özgürlük, üniversite için başka bir şehre gidebilmekti..
Yirmi beş yaşındayken özgürlük, kendi ayakları üzerinde durabilmekti..

Şimdiki gibi mi yani?

Peki ya otuz?

Otuzunda aile kurmak,
Otuz beşinde çocuklarına hayatını adamak,
Kırkında hayattaki amaçlarını gerçekleştirmiş olmak,
Kırkbeşinde çocuklarının kendi başlarının çarelerine bakabilmelerini seyredip bundan zevk almak,
Ellinde ise çocuklarının üniversite eğitimi için şehirdışında gitmelerini izlemek midir?

Peki o özgür çocuk, seksenimde altımı değişecek mi bana?
Seksenimde özgürlük, birimde olduğu gibi istediğim zaman altıma yapmak mı olacak?

Yorganım ve ben uyumaya devam edeceğiz.
İşin canı cehenneme.
Özgürlük içerisindeki serbestîmi kullanıyorum.

Ben, özgürüm.

Çizim için Melek'ime teşekkür ettim gitti. Sağol Melek.

Öylesine Sevgi -2003 öncesi

Çok tartışıldı. Büyü var mıdır? Nedir? Ama hiçbir zaman bir cevap alınmadı. Ya da, insanlar cevap vermek istemedi. Nedeni bunu yanlış yerde aramalarıdır büyük olasılıkla. Size bir gençten duyduklarımı anlatmak istiyorum. Öyle bir genç ki sevgisizlik içinde kalmış, varlığından haberdar, fakat öyle bir genç ki, bunu kimseye söyleyemiyor, anlatamıyor. Gücü ortaya çıkaramıyor. İnsanlara varlığını gösteremiyor. İçindeki gücü ; sevgiyi insanlara veremiyor. Ne de onlardan alabiliyor. Size o gencin öyküsünü anlatmaya geldim. Gencin öyküsünden önce, öykünün temeline, güce inelim. Sevgiye. Bana anlattı. Gerçekleri görmemi sağladı. Aynen şöyle dedi:

- Sevgi mi arıyorsun? Peki neden o kadar uzakta? Neden kendi içine bakmıyorsun? Önemli olan nasıl göründüğün değil, nasıl düşündüğün ve bu düşünceleri insanlarla paylaşman. Önemli olan bu.

Haklıydı. Sanırım o içindeki gücü buldu. Geç de olsa ben de başardım. Geç de olsa….. Evet, o’na göre büyü, sevgiydi, aşktı. Ama o kadar da basit değildi:

- Güç nedir? Anlat bana dostum. Güç kas mıdır? Para mıdır? Hayır, hiçbiri değil. Sana bunu nasıl anlatabilirim? Sen bir insanı sevdiğini nasıl anlarsın? Yani bir insanı sürekli düşünmen, en ufak eyleminde aklına onun gelmesi… Bu sevgi midir? Kim bilebilir? Onu düşündükçe üzülüyorsun. Belki de sinirdendir. Sürekli onun düşünmenin yarattığı stress. Sevgi somut birşey değil ki. Sevgi budur diyemezsin. Ama bu değildir de diyemezsin.

Uzun süre anlattı bana. Aklım da karışmadı değil. Dediklerinin hepsi, neredeyse hepsi doğruydu. Acaba gerçekten onu seviyor muydum? Belki de ondan nefret ediyordum. Kim bunu kanıtlayabilir ki? Dinlemeye devam ettim. Ve ben dinledikçe o da anlattı:

- Benden ayrıldıktan sonra yanına git. Elini tut. Gözlerini kapatmasını söyle. Ondan, senin ne düşündüğünü anlamaya çalışmasını söyle. O’na o’nu sevidiğini söyle. Sevgini o’na gönder. İçindeki gücü. Onu dışarıda arama. İçinden çıkar ve o’na ver. Bırak güç o’nun olsun. Güç insanı ısıtır. Kendine güven verdirir. Bırak istediği kadar alsın. Bırak o’nu sevdiğini anlasın. Ve tükendiğin zaman, işte o zaman yanından ayrıl.

Dediklerini deneyip denememekte başta kararsızdım. Eğer dedikleri doğru çıkarsa, hayatımda hiçbirşeyin eskisi gibi olmayacağı kesindi. Nitekim denedim. Pişmanım diyemeyeceğim. Çünkü gücü hissettim. Gücümü ona verdim. Gözlerimi açtığımda gülüyordu. Gözleri kapalı, mutlu, herzamankinden daha çekiciydi. Çünkü sevgiyle doluydu. Sıcaktı ve en önemlisi… mutluydu. Onu öylece gülerken bıraktım. Ne kadar öyle kaldığını bilmiyorum. Beni aradığında aradan günler geçmişti. Beni görmek istediğini söyledi.


- İşe yaradı mı? Aha… evet yaradı. Gözlerin gülüyor dostum. Demek artık gücü, büyüyü nerede arayacağını biliyorsun. Uzakta değilmiş değil mi. O’nu tekrar gördün mü?

Aslında onu görmeye korkuyordum. Neden bilmiyorum. Telefonda sesi garipti. Sanırım hala mutluydu. Artık onu sevdiğimi anlamıştı. Belki şimdi o da kendini kanıtlamak istiyordu. Bunu anlamanın tek yolu ona gitmekti.


- Neler oldu? Yorgun görünüyorsun.
- Büyüyü hissettim. Sevgimi, sıcaklığını, vücudumdan ayrılırken, ve sonra tekrar içime dolarken, sıcaklığı, gücü…..
Sen kimsin?


Kim olduğunu asla öğrenemedim. Yüzüme bakıp gülümsedi. Gülümsemesi bir kahkaya dönüştü. Ayağa kalktı – Başardın!
Ve ardına bile bakmadan ağaçların arasında kayboldu. Onu ne o tepede ne de başka bir yerde bir daha görmedim.

Aslında ne bir başlangıcı var ne de bir sonu. Ama anlamı olması yetmez mi? Dediklerinin hepsi doğru çıktı. Sevgilimle beraber o uçurumdan aşağıya atlarken bunları düşünüyordum. Artık ikimizde doymuştuk. Burada yaşayabileceğimiz daha fazla birşey yoktu. Sevgimizin ışığıyla yeni dünyalar, yeni yerler, normal koşullarda görülemeyecek yerlere gitmek istiyorduk. Sevgimizin bizi koruyacağını biliyorduk. Hiç korkmadan atladık aşağıya. Düşerken yine sıcaklığın beni sardığını hissettim. Sonra aniden sırtımda derin buz gibi bir… bir şey hissettim. Ve o an herşeyi anladım. Ama artık çok geçti. Sevgilim… ellerimin arasında yok oldu. Artık düşüşüm tek başınaydı. Sevgisiz kalmış bir gencin hayalinde yarattığı bir sevgili ve o sevgiliyi sevmesini ona öğreten arkadaş, yere çakılmadan önce son düşüncelerimdi bunlar. Şu an hiçbirinin önemi yok. Bulunduğum yerde!
Ölümün olduğu yerde, daha ciddi ne olabilir ki?

BİTTİ

1 Ekim 2007 Pazartesi

Kaybedilen Veriler

Son Kıbrıs yolculuğu sonrasında mefta olan iki harddiskimle beraber toplam veri kaybım 440 gb oldu (tabii hddleri tam dolu farz edersek. Sanırım gerçek kayıp 350gb civarında).

Kaybettiğim dosyalar arasında şu anda aklımda olanlar:

- 2004 yılından beri yaptığım tüm gitar kayıtları, beste çalışmaları, samplelar, tablar vs.
- 2002 yılında beri yazdığım tüm yazılar. Bunların bir kısmı sitemde mevcut olsa da asıl proje aşamasındaki senaryolar, paylaşılmayan hikâyeler, tutulan notlar vs. ler,
- 2004 yılından beri çekilmiş, 8gb üzerinde fotoğraf,
- 40-50 gb kadar arşivlenmiş (grup grup albüm yıllarına göre düzenlenmiş (düzenlemesi dinlemesinden uzun sürmüştü)) mp3, 15gb kadar henüz arşivlenmemiş ve dinlenmemiş mp3,
- 60 gbın üzerinde kısa/orta/uzun metrajlı film,
- 100e yakın üzerinde programın kurulum ve plugin dosyaları,
- 5 gbın üzerinde program eğitimleri,
- Montaj ve post prodüksiyon çalışması bekleyen bir adet kısa filmin ham görüntüleri (kaseti elimde mevcut neyseki)
- 30-40 gb dizi,
- 10gb kadar porno (en alta yazdım ki önemsiz görünsün (önemsiz ama cidden))

ve daha niceleri.

Bir çırpıda aklıma gelenler bunlar, sakladığım eski My Documents klasörleri, tonlarca senaryo vs. vs. o kadar çok şey var ki..

Ancak ümidimi kaybetmiş değilim. Haftasonu kendi çabalarımla 400gblık hddlerimi kurtarmaya çalışacağım. Olmadı Kadıköy yolcusuyuz yine.

Sanal dünyayı hiç sallamayacağım diyor insan ama tüm verilerini kaybedince birden biraz garip karşılıyor her şeyi. Meğer ne kadar çok değer verdiğim şey varmış.. Özellikle müzik, yazı ve fotoğraf çalışmalarım... Neyse, ama zor, ama kolay, kurtulacaklar..

Coppola'da laptopunu çaldırmış, içerisinde son filminin senaryosu ve notları vs.leri varmış. Buradan sana sesleniyorum Francis, acını anlıyorum. Metin ol..

Öyle paylaşayım dedim..

Dip not: Tüm beste çalışmalarım da hddlerle beraber gittiğinden, zaten Şubat ayından beri üzerine hiçbir şey eklemediğim parçayı da bitirmekten vazgeçtim. Son hali böyle bir şeydi, daha çok işi vardı gerçi ama uğraşmam bu vakitten sonra herhalde, yenileriyle yorarım kendimi :). Dinlemek isteyenler için: http://rs114.rapidshare.com/files/39668419/Eski.mp3

26 Ağustos 2007 Pazar

Cashback


İyi bir film çekmek kolay iş değildir (kötü film çekmek bile kolay değil aslında).
İyi bir kısa film çekmek, hiç kolay bir iş değildir.
İyi bir kısa filmden, iyi bir uzun çıkarmak ise...

Cashback'in kısasını izlediğimde kendimden geçmiştim. Kralerinin duruluğu, görüntülerin (ve kızların) güzelliği, fikir, hikâye ve teknik başarı, büyüleyiciydi. Zaten Oskar adaylığı ve Avrupa'dan çeşitli festivallerden aldığı ödüller de bu 
başarının birer simgesi sanırım. Bu güzelliği baştan yorumlamaya veya birebir tekrar çekmeye yanaşmayan yönetmenimiz de kısa filmi, filmin ilk yarısında bize hiç dokunmadan sunmuş. Zaten filmin en güzel bölümü de yine kısa filmden alınan kısım. Uzunu birebir aynı zevki yaşatamasa da inanılmaz bir film kesinlikle. Sean Ellis artık yeni işini merakla beklediğim yönetmenler listesine girmeyi başardı.

Southland Tales da çıkmak bilmedi zaten.. Bakalım The Broken nasıl olacak.






20 Ağustos 2007 Pazartesi

Mono Üzerine

Are You There?


Müzik, ruhun gıdası ise, Mono ruhum için profiterol gibi bir şeydir muhtemelen.

19 Ağustos 2007 Pazar

Olgun ve Dolgun kadınlar üzerine

Beni tanıyanların bildiği veya bilebileceği üzere, olgun ve dolgun kadınlar (bir de kızıllar tabii ama o çok ayrı bir yazının konusu) üzerine bir takıntım vardır. Kimilerinin tercih, kimilerinin de zevk diyebileceği bu takıntıların köklerini araştırmak pek de mantıklı gelmeyebilir kimilerine, ama ben oldum olası bu takıntımın sebeplerini merak etmişimdir (hiç düşünmedim daha önce aslında). Gün oldu, devran döndü ve sanırım gizem kapılarını az da olsa aralamayı başarabildim. Şimdi bulgularımı sizlerle paylaşma zamanı.

Yazıya devam etmeden önce sanırım olgun ve dolgun kavramlarını biraz açmalıyım ki yanlış anlamalara açık kapı bırakmayalım. Zira zaman zaman dolgun veya balık eti dediğim zaman insanlar yanlış anlamaya doğru meyil ediyor. Daha kolay açıklayabilmek için iki kavramın tek bir bedende buluştuğu, ciddi anlamda bu dünyaya ait olduğuna inanmak istemediğim, insandan ve dişiden öte, tanrıça denilebilecek bir kavrama oturtulabilecek bir güzellik olan, eğer var ise tanrının gerçekten de özenerek yarattığına inandığım Monica Belluci, hem olgun hem de dolgun kavramlarını gayet iyi bir şekilde açıklamakta ve ideal kadın profilini oluşturmaktadır (fiziksel açıdan).




"Kendimi bildim bileli", yani dişi, erkek, seks, porno, mastürbasyon, fiziksel temas vs. gibi şeylerin farkına vardığım ilk andan sonra, yani ikinci anda, etine dolgun bayanların gözüme daha güzel göründüğünü farkettim. Tabii iki gün öncesine kadar bunun sebebini bilmiyordum ve açıkcası hiç sorgulamamıştım da ama dediğim gibi tam iki gün önce televizyon izlerken bir anda her şey açıklığa kavuştu. Sıçarken gelen ilham gibi ortalık bir anda aydınlandı.

Merağınızı hemen giderelim, televizyonda dönen dizi, ilk ve orta okul yıllarımda neredeyse her gün hiç sıkılmadan izlediğim, hayranı olduğum Xena idi. Bilenleriniz için tabii olay neredeyse tamamen çözülmüştür. Ama bilmeyenler için fotoğrafını da aşağıda sunalım.




Aradan geçen en az bir yedi yılın ardından, ekranda Xena'yı görür görmez bir anda her şey aydınlığa kavuştu.
Henüz cinselliğimi keşfetmediğim o masum ve çocuksu yıllarda neredeyse hergün gördüğüm bu ablamız ve onun -bana göre- taş gibi vücudu, ta o günlerde, yavaş yavaş, gün be gün, deliler gibi beynimin her bir hücresine bir zehir gibi yayıldı ve geleceğim bir daha eskisi gibi olmadı. Böylece bir dolgun kadın takıntısı, beğenisi, zevki, fantezisi, bugün ve muhtemelen de ölene kadar beni sardı. Eline et gelmeyince insan kendini iyi hissedemiyor.

Olgun kadın takıntısı ise sanırım biraz daha ciddi bir konu. Burada çocuklukta oluşan bir zihin yıkamadan çok başka etkenlerin söz konusu olduğuna inanıyorum. Öncelikle şunu belirtmem lazım ki, olgun kadınlardan hoşlanma sebebimin, olgun kavramının kafamda özgüven ile eşdeğer olmasından kaynaklandığına inanıyorum. Ancak burada yine bir anlam karmaşasına yer vermemk için, özgüvene sahip kadınları feministlerden ayırmak istiyorum zira feministlerden nefret eden bir insanım. Kadınları aşağıladığı gerekçesiyle pornoya karşı olan bir zihniyeti beğenmem beklenemez.  

Özgüveni yüksek kadın demek, cesur, bakışlarıyla sizi yıkabilecek, ezilmeyecek kuvvetli biri demek. Tüm bunları sayınca kafada frijit bir feminist canlanıyor tabii ama bunların yanında, sevecen, sıcak kanlı ve gözlerinin içi gülen, samimi ve eğlenmekten korkmayan gibi kavramları da ekleyelim ki tanımımız tam olsun.

Tabii aynı olgunluk kavramı, yanında yaşı da getiriyor bazen. O nedenle evet, 25-35 yaş arası kadınlara da bir takıntım var zira yukarıda sayılan özelliklerin bir kadında tam olarak oturabilmesi belli bir zaman alıyor genelde. Bu olgunluk kavramına uyabilecek örnekler vermek zor. O nedenle bunu algılamayı size bırakmak zorundayım. Ancak kendisini her ne kadar tanımasam da Silgi hanım ablamız, blogundan takip ettiğim kadarıyla
, kafamda böyle bir imaj oluşturan bir kişidir.

İlginç ve beklenmedik bir yazı oldu sanırım. Bunun en büyük sebebi de yaz sıcakları ve yalnızlıktır muhtemelen. Ama dediğim gibi televizyonda Xena'yı görür görmez aklıma bunlar geldi. Uzun zamandır da yazmadığım için, yazmadan edemedim.

2 Temmuz 2007 Pazartesi

Düşünce ve İfade

Kendini ifade edebilmek.. Dünyanın en zor şeyi.

Varoluşta ağaçtan bir elma koparmak, ilk çağlarda duvarları boyamak, medeniyette ise yazmak, çizmek, söylemek, peliküle düşürmek..

Hiç kimsenin kendini tam olarak ifade edebileceğine inanmıyorum. Düşüncenin gücü, hızındadır. Bir insanın kafasına saniyede onlarca düşünce girer, çıkar, yer değişitirir. Bu düşünceler dışa yansıtılana kadar değişir. En basidinden, düşündüğün şeyi söylemeyi çalıştığın anda onu nasıl en güzel şekilde ifade edebileceğini düşünürsün. Yani artık düşünceni değil, düşünceni nasıl savunacağını düşünürsün. Aklına gelir, diline gelene kadar bir sonraki kelimeyi aklına getirirsin, sonra artık nasıl ifade edeceğini değil bir sonraki kelimeyi düşünür olursun. Tam aynı şey şu anda başıma geliyor. Yazıyı yazmadan önce kafamda kurduğum düşüncelerin yarısını bile kağıda aktaramıyorum şu anda. Onun yarası var içimde. Kafamda çok karizmatik cümlelerdi..

Kendimi ifade edemiyorum.

Sanat, yüzyıllardır insanın kendini ifade biçimi olmuştur. Ancak her sanatçı, veya sanata özenen her kimse bilir ki, son eser, asla hayal edilen gibi olmaz. Çünkü hayal edilenler düşüncedir. Oluşur ve ifade edilene kadar yok olurlar.

Düşünceler, sözle ifade edilmeden anlaşılabildiği zaman değerlidir. Ruh ikizi kavramı da burada doğar sanırım. Karşıdakinin kelimelere dökülmeden, düşünceler anlamlarını yitirmeden, düşünceleri algılayabilmesi, mutlak anlayışı ve güveni getirir.

Kendini ifade etmek diye bir şey yoktur. Kendini dışa anlatmak vardır. Onun da gerçekliğini kimse garanti edemez. Ne kadar iyi oyuncuysan, kendini o kadar iyi ifade edersin.

Aynen bizim şu anda oynadığımız oyun gibi.

2 Temmuz..

Bugün 2 Temmuz. Hatırlatayım dedim...
Unutulmasın, unutturulmasın diye..

19 Haziran 2007 Salı

Benlik

Bir forumda yazdığım bir yazı idi. Hiç bir tepki gelmedi :). Bugün aklıma geldi bu yazı uzun zamandan sonra. O siteden sileceğim için buraya atayım dedim.

Tarih: 21 Oca 2007 02:02 Mesaj konusu: Benlik

Beni ben yapan sen değil misin?
Beni ben yapan, sen, benliğim.. Ben..
Değer verdiğim herşey sen değil misin?
O küçük enerji akımları değil mi senle beni bağlayan?
Tüm seninle, tüm benliğimle seni unutmaya çalışırken, seni hiç tanımamış olmayı arzularken, sensiz yapamamam niye?

Niye kendime azıcık da olsa değer vermiyorum?
Kendime, benliğime, acı çektirmemin anlamı ne?
Niye yapıyorum ki bunu?
Bu kadar mı değersizim?
Bu kadar mı önemsizim?

Benliğim haketmiyor mu azıcık ilgiyi?

Tüm benliğimle senden nefret ederken, seni bu kadar sevmek zorunda mıyım?

Galiba değilim, ama seviyorum..

Sonuna da üç nokta koyalım da anlamlı olsun.

...

20 Mayıs 2007 Pazar

You Still Keep Amazing Me

Ne yapsanız şaşırmam artık diyorum da, insan beni şaşırtmaya devam ediyor. Familya olarak ilginciz sanırım. Entrika ve drama damarımızda var. Zehir gibi işleyen.

Anladım ki güven, iki dakikada kaybedilebilinecek bir şeymiş. Ve geri kazanılması da imkânsızmış.

Anladım ki, şimdi bana yüz vermiyorsunuz ama, evlenme çağınıza geldiğinizde benim gibisinin peşinden deliler gibi koşacaksınız. Ben de o zaman sizin (şu andaki) yaşınızda çıtırlarla gönül eğlendiriyor olacağım. Hahahahah.. Who's laughing now?

(İlk yazı için sefil bir yazı oldu biliyorum, kusura bakmayın. Ama o kadar canım sıkkın ki saçmalamazsam uyuyamayacaktım. N'olur kaçmayın)

Dönüş..

Uzun zaman önce bırakıyorum demiştim (Son). Şimdi size tükürdüğümü yalamak gibi gelebilir diye yeni blogumun ilk yazısında geri dönüş sebebimi açıklamak istedim.

Açıklıyorum:

Yukarıda bahsi geçen Son adlı yazıda demişim ki
... artık hiç bir şeyi kendim için yapmadığımı farkettim.
Bırakma sebebim aynen bu idi. Kendim için yazmamak. Ancak aylardır kafamda yine bir sürü kelime dolanmakta, piksellere dökülmeyi beklemekte ve beynimi kemirmekte idi. Sonunda tekrar yazmaya karar verdim. Ama bu kez amacım kendim için yazmak değil, ne demişim Sanat Üzerine'de
Ben bugün burada bu yazıyı yazıyor isem, belli ki dışa yönelik bir amacım var. Birilerini etkilemek istemesem, dünyanın heryerinden ulaşılabilinecek bir yere niye yazayım?
Bundan böyle amacım birebir dışa ve kız tavlamaya yöneliktir. Şaka şaka, tabii ki netten kız düşürmeye çalışmıyorum, ama blogum o eski iç dökme havasında değil, sorgulama, yargılama, eleştirme, deneştirme ve dalga geçme üzerine olacak gibi. Öyle planlıyorum en azından. Bakalım zaman bize neler gösterecek.

Eski dostlar merhaba, yeni dostlar hoşgeldiniz. Her türlü eleştirinize açığım.

Görüşürüz.


Eski yazılara buradan veya kenardaki linkten ulaşabilirsiniz.