27 Temmuz 2009 Pazartesi

ÖSS sonrası bölüm seçecek gençlere bir tavsiye

Bu yazı bir süredir aklımdaydı ancak unutmuşum arada, biraz geç kaldım sayılır ama daha bitmedi tercih süresi. Yine diyeceklerimi diyeyim ben, bu sene olmazsa seneye okur gençler.

Şimdi 6 yıldır üniversitede olan ve 7. yılında mezun olacak birisi olarak, nispeten bir "üniversite kaşarı" olduğumu söyleyebilirim. Kayıt olduğum bölüme dair herhangi bir ilgi veya alakâm olmadığından, özellikle de ilk 4 yılımda İTÜ içerisinde bulunma imkânım olan pek çok yerde bulundum. Örneğin Kimya 1 sınavlarına 15 kez, Fizik 1 sınavlarına 9 kez, Mat 1 sınavlarına 6 kez katıldım falan.. Anladınız sanırım.

Onun dışında pek çok sosyal ortamda da bulundum. Okulda aktif olan kulüplerin yarısına ya katılmışımdır, ya da içerilerinde mutlaka tanıdıklarım vardır. 5 yıl Aikido, 4 yıl Sinema, 3 yıl Rock, 1 yıl Halk Bilimleri ve Sanatları, 2 yıl kadar İTÜ Radyosu kulüplerinde aktif olarak bulundum. Ayrıca Astronomi, Iado, Arıyorum Gazetesi, Ekoloji Kulübü, Mağara Araştırmaları Kulübü, Gönüllülük Kulübü, Evrim Çalışkanları, Gitar Kulübü, HBSK Halk Dansları kolumu ney o işte, okulun tiyatro kulüpleri, Fotoğraf Kulübü, Latin dans kulüpleri, neredeyse tüm bölümlerin Mühendislerin Kulüpleri, Mizah Kulübü, Sosyal Kültürel Merkez, IEEE vs. vs. vs. gibi kulüplerin içerisinde en az bir adet arkadaşım bulundu veya birkaç kez toplantılarına katıldım. Diğer okullardan, terklerden, üniversite okumayanlardan vs. hiç bahsetmiyorum. Bir ton da onlardan var.

Bunlar tamamen vaktimi bölüm dışında harcamamla ve kendimi bulmamla alakalı süreçler sonucunda oldu.

Bu kadar kişiyle tanışmış olunca doğal olarak neredeyse okuldaki tüm bölümlerden arkadaşlarım oldu. Tüm fakültelerin dertlerini tasalarını, tüm bölümlerin deli hocalarını, çilelerini saçmalıklarını defalarca kez dinledim. Aynı şeyleri ben de başkalarına anlattım.

Bunları asla ama asla övünmek için yazmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Bunları, az sonra yazacaklarımı kafadan sallamadığımı, bunların yüzlerce insan ile girdiğim iletişim sonucunda edindiğim tecrübeler olduğunu belirtmek için yazdım.

Şimdi gelelim sadede.

Öncelikle dersane öğrencilerine bir şey demek istiyorum. Özellikle büyük bir dersaneye gidiyorsanız, dersane için istatistikten başka bir şey olmadığınızı unutmayın. Dersane mensubu hiçbir rehber öğretmen sizin geleceğinizi düşünmez, dersanenin geleceğini düşünür. O nedenle sizi gözlerini kırpmadan yanlış yönlendirip hayatınızı mahvedebilirler. Dikkatli olun.

Bunu size onlarca insan, yüzlerce kez söylemiştir, söylemeye de devam edeceklerdir, ama siz de sallamamaya devam edeceksiniz. Asla ama asla üniversite seçmeyin, her daim bölüm seçin. Çünkü sevmediğiniz bir bölümde okul bitirmeye çalışmak, Yeni Zelanda'ya koşarak ulaşmaya çalışmak gibi bir şeydir. İnsanın ömründen ömür, zihninden zihin çalar. Kasıp kasıp 4 yılda bitirseniz dahi, hiçbir şey öğrenmeden boş bir kutu olarak çıkarsınız. O nedenle bölüm seçin. Okumak istediğiniz, seveceğinizi düşündüğünüz bir bölüm yazın. Özellikle seneye girecek olanların önünde katsayı engeli gibi bir şey de kalmamışken, ne istiyorsanız onu okuyun. Bakın sonra 7 senede bitmiyor okul. 

İnsanın sevmediği bölümü okuması nasıl bir derttir hakikaten anlatamam size, ders çalışırken, sınav dönemlerinde vs. yaşacağınız o darlanmayı tarif etmem mümkün değil. Benim burada ne işim var, n'apıyorum ulan, bu neeee gibi tepkiler, esnemek gibi hergün yaptığınız sıradan bir şey olacak. Bu konuda ne desem az, uzatmıyorum o nedenle.

Ha, sevdiğiniz bir bölümü, iyi bir üniversitede okuyabilecek kadar şanslı bir insansanız hakikaten çok sevinirim sizin için, helal len..

Şunu da unutmamakta yarar var, Türkiye'de, ciddi anlamda üniversite diyebileceğimiz bir kurum ne yazık ki yok. Gerçekten yok. "İyi üniversite" denen şey, dersleri aşırı kazık olan üniversitelerdir, mezunlarının isim yapmasının sebebi de üniversiteden aşırı çalışmaya ancak düşünmemeye güdümlenmiş olmalarıdır. Üzücüdür ki zaten tüm üniversitelerin mezunlarının başarı oranları giderek düşmektedir. Derslerin aşırı zor olma sebebi de eski sistemden mezun öğretim görevlilerinin aynı başarıyı günümüzde beklemeleri, göremeyince de saçma sapan davranmalarıdır. Şu an başarılı olan pek çok mezun zaten darbe öncesi dönemde mezun olmuş kişilerdir. Eğitim sisteminin, halkın ve kültürün çok başka olduğu bir dönemdi o dönem ne yazık ki. O nedenle "aman allam iyi bi ünviersiteye gitmeliyim böğğğğ" diye kendizi asla ama asla yırtmayın.

Türkiye'de lisans diploması denen şeye, çeşitli ülkelerde"undergraduate degree" denir. Yani mezuniyet altı. "Mezun" sayılabilmeniz için, Türkiye'de Yüksek Lisans dediğimiz şeyi yapmanız gerekir. O zaman zaten "Master of Arts/Sciences" oluyorsunuz (MA olarak da bilinir). Bizde "yüksek mühendis" falan diyorlar. İşte önemli olan bu kısım. 

Üniversiteler, akademik anlamda size hiçbir şey öğretmezler (Türkiye için konuşuyorum). Bu tamamen bireyin kendini geliştirme çabaları ile alakalıdır. İnsan sevmediği bir bölümde, ilgi duymadığı bir alanda kendini geliştiremez. Buna ihtiyaç veya isteği de yoktur zaten. O nedenledir ki insanlar genelde saçmasapan bir bölümü bitirdikten sonra, arzuladıkları bölümlerde Yüksek Lisans yaparlar. Hukuk bitirip Sinema Tarihi okuyan, İnşaat bitirip Sinema okuyan, İktisat bitirip fotoğraf okuyan, Bilgisayar bitirip Genetik okuyan çok arkadaşım var. Yani şunu diyorum, siz eğer sevdiğiniz bir bölümde, adı iyi üniversiteler arasında geçen bir üniversitede okumasanız dahi, eğer bölümünüzden yüksek ortalama ile mezun olursanız (ki "iyi olmayan" bir üniversitede insanın sevdiği bir alanda yüksek ortalama yapması çok kolaydır, zamanında hiç sevmediği bir bölümde ve İTÜ'de zerre kadar çalışmadan 3. sınıflar arasında kendi bölümünde ilk 5te olan biri olarak konuşuyorum) dilediğiniz üniversitede Yüksek Lisans yapmanız çok kolaydır. Önemli olan da budur. Gerek kendi bölümümde, gerekse diğer bölümlerde inanılmaz bir asistan eksikliği var zira ülkemizde. Öyle ki Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden biri kabul edilen İTÜ'de, yeterli asistan bulunamadığından gözetmen olarak fakültenin fotokopicisi girdi sınavımıza bir kere. Akademisyenler, başarılı ve istekli asistanlara açlar.

O nedenle asla ama asla üniversite seçmeyin. Yüksek öğrenim göreceğiniz zaman seçersiniz. Valla diyorum ulan bak.. Dediydi dersiniz sonra. CVnizde de lisansınızı görüp burun kıvıran insan yüksek ve doktora seviyesinizi görünce kendine gelir zaten. Rahat olun.

Üniversite insanın akademik bir şey öğrendiği bir yer değil, her şeyiyle kendini geliştirdiği ve kendini bulduğu yerdir. Hayatınızın bu en önemli dönemini Fizik 2'yi nasıl geçeceğinizi düşünerek geçirmeyin. Sevdiğiniz bir şeyleri yaparken öğrenerek geçirin. Öğreneceklerinizi de zaten kendi çalışma ve araştırmalarınızla öğreneceksiniz, yoksa okuldaki ezberleyip haftaya unutacaksınız ne yazık ki..

Valla daha çok yazacaktım da geç oldu, aşırı uzattım.. Benden bu kadar. Ekelem yapmak isteyenleri beklerim.

Yanıldığım noktalar elbet vardır da bu saatte anca bu kadar yazabildim. İdare ediverin.

7 Temmuz 2009 Salı

Çocukluk Hatıraları Bölüm 2

Daha fazla hırsızlık macerası bekleyenler başka bir yazıya geçebilir. Ne yazık ki o kadar onlar.

-Hâlen daha aynı yerde çalışan, her zaman gittiğimiz diş doktoru yerine annemin beni zorla yeni bir kadın diş doktoruna götürmek istediğini hatırlıyorum. İnatla diğer doktorumu istememe rağmen annem zorla bu kadına götürüyor beni, ben gittim iyi, gel gidelim diyor. Tahminimce daha ekonomik olduğundan istemiştir, şimdi olsa koşa koşa giderim güzel annem için tabii de o zaman çocuğuz, neyse. Gider gitmez, kadın dolgu yapacağını söyledi. İyi dedik, istersen uyuşturmayayım dedi (istersen? hadi canım), niyeyse kabul ettim, iyi gaz verdi herhalde. Anladım ki diş doktorunun kapısından girildi mi uyuşturucu hemen ağza salınmalıymış.. Acısı hâlen aklımdadır. Acıyınca ses çıkar durayım deyip de her ses çıkardığımda 3 4 saniye daha devam eden o doktoru bugün görsem selam vermem. Bunu bilsen, anne görürsen söyle!

-Yukarıda bahsi geçen o her zaman gittiğim ama yıllardır gitmediğim diş doktoru birgün bana dolgu yaparken (uyuşturmuştu) yandaki tepside duran bir sürü aleti gösterip "bunlar ne işe yarıyor" demiştim. "Dua et ölene kadar onlarla işin olmasın" demişti. Bu kadar karizmatik bir dişçi repliği olamaz.

-Birgün yine bir diş doktoru macerasından sonra ağzımın uyuşukluğu geçtikten sonra dilimin paramparça olduğunu farkettiğim o ânı hatırlıyorum.

-Bu yukarıdaki uyuşukluğu geçen dil macerasından önce doktorun 5 6 kez uyuşturucu iğne yaptığını, her seferinde biraz bekleyip hissediyor musun diye sorduktan sonra hepsinde de hissettiğimi hatırlıyorum. "Biraz daha verirsem bayılacaksın, dalıyorum valla dişlere" demişti sonra. Korkmuştum! Bir şey olmadı ama.

-Bir kere de tırnak batması nedeniyle ayağımdan lokal ameliyat yapmışlardı. Eve gelince alçıdaki ayağımı masaya çarpınca ağrımadığını farkedip başparmağımla hafifçe masaya vurup durdum bir 10 dakika. "Ehehehe, acımıyo ya süper" modunda. Sonra uyuşturucunun etkisi geçti...

-Aynı ayak alçıdan çıkınca doktor dikişleri alacaktı. Yatırdı beni, sen bakma dedi, ben baktım, başparmağımın üzerinde, parmağım kadar büyük iltihap gördüm, bakmasana dedi doktur, baktım. Sildi gitti, bir şey yoktu valla.

-Tam başka bir anı yazacakken çok ufak bir kare geldi kafama, Kıbrıs'ta şu andaki evimizi daha yeni almıştık, ev bomboşken yere damlamış boya noktalarını bıçaklarla kazımıştık mermerlerden, annem ablam ve ben vardık sanırım. Bir şey de döküyorduk boyaların üstüne, ya suydu ya da alkol.

-Alkol demişken, bir gece susadım, buzdolabını açtım su içmek için (yaz-kış soğuk su içerim), içeride ispirto muydu neydi, alkol oranı %90ın üzerlerinde bir şişe alkol vardı, annem daha iyi hatırlar dolaba koyduğuna göre, neyse bizim dolapta da her türlü şişede su bulunabileceğinden kapağı açıp bir ağız dolusu aldım ki benim bir ağız dolum yaklaşık 0,25 litre geldiğinden, o an bayılacağımı hissettim (ömrümde ilk kez ağzıma alkol girmişti). Sonra hepsini tekneye (Türkiyeliler için: lavabo) püskürttüm, yarım saat su içtim üstüne.

-Buz dolabı demişken birgün televizyon kumandasını buz dolabında bulduğumu hatırlıyorum. Annem oraya nasıl girdiğini bilmediğini iddia etmişti. Ben de bilmiyorum.

-Yine yukarıda bahsi geçen evdeki ilk koltuklarımız çok garipti. Nasıl anlatsam, hamak gibi sarkan bir kumaş bir yukardan bir de aşağıdan koltuğun çerçevesine takılıydı ve üstüne yastıklarını o hamağa koyuyordunuz. Çok iğrenç renkleri vardı, kahverengi sarı falan. Neyse, işte o hamak gibi kısımların arkasına geçer, koltuktan koltuğa dolaşırdım, amaç neydi, ele ne geçiyordu, hiç bilmiyorum.

-Çoraplarımı yarısına kadar çıkarır, dalgıçcılık oynar, yaratıklarla savaşır, bir sürü insan kurtarırdım.

-O dönemki en yakın arkadaşım bize bayağı yakında oturuyordu. Telefon edip bize gelmesini söyledim. Uzun süre gelmeyince kalkıp ben gittim (ne telefonu?), tam evlerinin arkasından geçerken babasının arkadaşın bana gelmesiyle ilgili kızdığını duydum. Ne dediğini hatırlamıyorum. Geri döndüm.

-Mahalledeki arkadaşlarla top oynarken top patladı, topsuz kaldık. Dedik ki yol kenarında bekleyelim, yoldan geçen arabanın altına atalım, sonra da topumuzu patlattın diye yeni top isteyelim. Şimdi bir düşünün, 8 9 tane çocuk, sokağa karşılıklı dağılmışlar, hepsi yola ve gelecek arabaya bakıyor, bir çocuk da topun başında, elleri akarda kavuşturmuş, köşeye araba gelsin diye bekliyor. Yani hiç çaktırmıyoruz durumu. Araba geliyor, bizimki topu arabanın altına atacak ya, hah, ön cama atıyor, o nasıl bir dağılmadır görmeniz lazım, "ANNNEEEEEEE" diye eve koşuşunu çok iyi hatırlıyorum komşunun.. Sanki adam bizi öldürecek..

Hatıralar, özel bölümlerle devam edecek! 

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Çocukluk hatıraları

Altı ay önce çekileceğini öğrendiğim bir filmin çekileceğini unutup, geçenlerde haberi tekrar alınca aynı heyecanı birebir yaşayacak kadar muhteşem bir hafızaya sahip bir kişi olarak,  çocukluğumdan kalan bu anların değerini daha iyi anlıyorum. Ve işte, o an(lar):

- 2 yan evdeki komşu ile Ninja Kaplumbağalar telsizleri almaya karar verdik. Tahminimce bugün olsa 80 90 lira arası bir fiyatları vardı. Payıma düşen parayı annemin cüzdanından çaldım. Neden hatırlamıyorum, arkadaşım gelemeyeceğinden ondan parayı alıp telsizleri almaya gittim. Yolda parayı kaybettim. Arkadaşın parasını annemin cüzdanın tekrar çalarak iade ettim. Arkadaşa ne mazaret sunduğumu hatırlamıyorum. Annem bu satırları okuyor ise kafasında bir ampül yanar belki. Özür dilerim anneciğim, öperim buradan.

- Luke Skywalker'ın oyuncağını beğendim. Param yoktu. Bir torbanın içine gazete doldurdum, satılan yere gittim. Oyuncağı gazetelerin arasına koydum ve alıp eve geldim. O zamanlar kapılarda şimdiki gibi aletler yoktu. Oyuncağı açtım ve kutusunu attım. Annemler görmesin diye oyuncağı koltuğun altında saklıyordum. Ablam birgün silahını buldu, bu oyuncak nereden geldi dedi, sunduğum mazareti hatırlamıyorum.

- Yukarıdaki iki macerayı da yaşadığım mağazadan bu sefer Lego almaya gittim. Ama parasıyla bu sefer. Param ancak avcum kadar küçük bir itfaiye arabasına yetiyordu. Yanda kocaman bir itfaiye arabası seti vardı. Küçük kutudaki etikeki söküp, büyük kutunun etiketinin üzerine yapıştırdım. Kasadaki kadın tam geçiriyordu ki etiklerin üstüste olduğunu farketti, telefonla arayıp gerçek fiyatı öğrendi mecburen küçük kutuyu aldım. Tahminimce kadın benim yaptığımı anlamıştı ama bir şey demedi.

- Amerika'dayken (yani 90 ya da 91 yılı) evin arka bahçesinde ölü bir kuş buldum. Karnı yarılmıştı. İçerisine bozuk para soktum. Sonra da çıkardım. Parayı alıp anneme koştum ve "anne bak ölü kuşun içinde ne buldum" dedim. Annem bir şey demedi. Ben de parayı attım.

- Yine Amerika'da, Disney Land'deyiz. Mickey Mouse kıyafeti giymiş bir elemanın yanına gidip fotoğraf çektirebilmek için 1 2 saat sürecek bir kuyruğa girmek gerekiyordu. Ben tüm hiperaktivitem ile Mickey'i görür görmez tüm sıranın ortasından yardırıp Mickey'in yanına koştum, ailem o utancı, bense Mickey'in beni öperken çıkardığı o "şubulak" sesini hiç unutmadım. Fotoğraf hâlen duruyor. Aslında o fotoğrafı buraya koysam muhteşem olurdu bu yazı sanki..

Bayağı bir hırsızlık ve çirkeflik yapmışım küçükken.. Kendimden utandım..

16 Haziran 2008 Pazartesi

Bir ben bir de sen

Aşağdaki yazıyı 2004 yılında Melike yazmıştı.. Karşıma çıktı aniden.. 4 yıl bile neler değiştiriyor insanda, çok ilginç.. Sizinle de paylaşayım dedim..

Arıyorsun devamlı…hayatını anlatan en uygun sözcük bu olsa gerek.aradığın bir insan görünüşte ama bence öyle değil.hayatını biyerlerde kaybetmiş olmalısın,arayışın bundan.mutluluğun orda kalmış,yüklediğin oluşturduğun anlamlar da öyle.bir şeyleri eksik yaşamış gibi,…giderken dönüp dönüp gerine bakıyormuşsun gibi…arkanda bıraktıklarından memnun değilmişsin,bunu yaparken bir şeylerini,sende önemli yer tutan bir şeylerini kaybetmişsin gibi.ama aradığının farkına varmadan dönüp duruyorsun.gidiyorsun başı,ucu düşünmek gereksizmiş gibi.arkamda unuttuğum şey bi gün gelip önümde beliverecek der gibi bi umutla,ama o umudu sımsıkı bastıran,gecikmişliğin getirdiği umutsuzlukla…ya pişmansın ya da tatmin edilemedin.belki de büyürken hayatla ilgili çok fazla düş kurdun,onun sana verecekleri hakkında fazla beklentilerin vardı,önüne sunulmasını istediğin birsürü şey vardı.harekete geçmen.çaba harcaman gerektiğini anladığın an daha doğrusu çevrenden gördüğün an hayal kırıklığı yaşadın.işte o anda pes ettin,durakladın.o zamandan beri de hayatın ve biz dünya insanlarının gerisinden takip diyorsun zamanı.hayatın senle birlikte büyüyemedi.bu da yordu seni…mükemmeli ararken bu defa “idare eder”lerden bile uzaklaşıyorsun,uzaklaştıkça gözlerin daha da görmez oluyor hayatı.puslu sisli şekillerden gayret edip bir şeyler öğrenmeyi,gözlerini kısıp,hatta gözlüklerini takıp hayata çok uzaklardan bakmayı denediğindeyse başarısız oluyorsun.kurtuluşu ise hala o anlamsız umutta arıyorsun.kendiliğinden…kendiliğinden olsun her şey istiyorsun.bizlerle arandaki mesafe uzuyor…

Anlıyorum seni anlamasına..anlasam da ne yapacağımı bilemiyorum.yardım etmek istiyorum biyerlerinden tutunmanı sağlamak istiyorum bir şeylere,ama beni ya da herhangi birini yanına yaklaştırmıyorsun.duvarların var.dışındaki karanlıktan kendini öyle koruyacağını sandın.insanlara da bunu şöyle açıkladın:”ben,içimdeki ışığı herkese göstermemek için bu duvarları ördüm.”halbuki yalan bu.karanlıktan korkuyorsun sen de çoğu gibi.yalanına kendin de inandın şimdi ise şaşkınsın.belki de senin çözümün olabilecek bi ipucunu topraklarla örttün sakladın.kendin de inandın işte.yalnızlığı seviyorum dedin inandın inandırdın.ama sevmiyorsun içinde.bunun ara ara sen de ayırtına varıyorsun ama geçiştiriyorsun hemen.sevgiye açsın ama sevgi gördüğün yerden uzaklaşıyorsun.sevgi sözcükleri,sevgi vermeye hazır yürekler itiyor seni,sen onları itiyorsun ya da. yine o duvarların ardına saklanıp düşünmeye başlıyorsun.güçlü olduğuna bir kez daha inandırıp kendini,suçu kadere,dünyaya,muhtaç olup nefret ettiğin insanlara atıyorsun.hırçın oluşun bu yüzden.kalenin,duvarlarının dibine diktiğin güleryüzlü bekçi,seni oynuyor,mutluluğu oynuyor,gücü oynuyor.gelenlere ”merhaba ben eylem,bakın gülümsüyorum” deyip dişlerini gösteriyorsun.mutlu sanıyoruz seni.ama o dişlerinle tüm dünyayı kemirip hırsını almak istediğini görüyorum ben…

Tüm geç kalışlarını, pişmanlıklarını, nefretlerini,kendine göremediklerini,insanlarda bulamadıklarını,hayallerini,düşmüşlüğünü,güçsüzlüğünü ama uğraşsan hemen görüvereceğin açığa çıkarıp ortaya koyabileceğin gücünü,sevgiyi,düşünceyi,tüm düşüncelerini tek bir şeyde toplamak,yoğunlaştırmak istiyorsun.sonra da o şeye sahip olmayı…bu şimdilik biri…bir sevgili…kimbilir belki daha sonra bir eş,ya da bir iktidar…ya da sahip olma hırsı,iyelik,belki çok sonraları bencillik.yani sen…senin egon…kendini korumaya çalışırken,kendinle yapayalnız kalırsan,bu sefer tehlikeleri bile özlersin.emniyetli duvarların düşmanların olur o zaman…hapsolursan biyerlerde,gün ışığına çıkmaya karar verdiğinde herkes orayı terk etmiş olursa,asıl ölümün o zaman olur.anlık değil ruhun can verene dek ölürsün…

Öyle bir şeyler işte..


26 Nisan 2008 Cumartesi

Dönem Ruhu

Zeitgeist bir belgesel.

Zeitgeist, bir dönemin ruhu, kültürel seviyesi gibi anlamlara geliyor.

Zeitgesit, geçmişten, çok eski günlerden açılıyor. İsa'dan önce 4000lere kadar gidiyoruz. Filmin bu ilk bölümünde, özelde Hristyanlık üzerinden, genelde tüm dinlerin nasıl ve neden yaratıldığı, mümkün olduğunca tarafsız bir dille anlatılıyor (en azından Endgame veya The God Deception gibi laubali ve dalgacı bir tavır yok). Dinlerin birer efsane, veya gerçek olamayacak uydurma hikâyeler (myth kelimesi artık nasıl isterseniz çevirin) oldukları sergileniyor.

Daha sonra Merkez Bankası sistemi ve bu sistemin nasıl elit bir kitlenin elinde, tüm dünya halkını kendi hegomonyası altına aldığı anlatılıyor. Evet bildiğiniz, yok bunlar Mason oyunu, Yeni Dünya Düzeni (New World Order), Bilderberg Grubu (ki son toplantılarını geçen sene İstanbul’da yaptılar) gibi sistemlerin oluşumundan ve bu sistemlerin Amerikan Hükümeti’ni ele geçirişinden bahsediyor.

Daha sonra ise Amerikan Hükümeti’nin icraatlarına geçiriyoruz. Avrupalı bankacılara bağlı Merkez Bankası’nın ekonomiyi sömürmek için 1900lerin başından itibaren medya manipulasyonu ile yaptıklarına şahit oluyoruz, ekonomik buhranlar, 1. ve 2. Dünya savaşlarını çıkartabilmek için kendi halkına saldırılar, Vietnam Savaşı’nı başlatabilmek için sahte haberler ve tabii ki 9/11 efsanesi ve bu efsanenin nasıl yaratıldığı (ki bana sorulursa Amerikan Halkının işlediği en büyük günah, Amerikalıların körü körüne bağlı olduklarını sandıkları Bağımsızlık Bildirgesi'ni yerle bir etmeleri olmuştur. Bu bildirgeye bu kadar bağlı olduklarını sanırken orada yazılan her şeyin hükümetleri tarafından alt üst edilmesine rağmen halkın hâlâ uyuyor olması insana yine Türkiye'yi ve Atatürk'ün ilke ve sözlerini hatırlatıyor. Demek ki bizim de günahımız büyük).. Tabii bunların hepsi savaşa girerek savaş ekonomisi üzerinden para kazanmak için yapılıyor ancak yanıldığımız nokta, biz devamlı Amerika’yı çift taraflı oynayıp bu savaşları tetiklemekle suçluyoruz, evet öyle, ama onların arkasında da daha büyük (sayıca küçük) güçlerin varolması.

Aralarda bir yerde yeni oluşturulmakta olan ve yazılı anlaşmaları imzalanmış olan Kuzey Amerika Birliği’nden bahsediliyor. Kuzey Amerika Birliği’nin oluşuturulma amacı, nihai sonda Yeni Dünya Düzeni, yani tek hükümetli dünya modeline erişmek, burada da 4 eyalete ayrılıyor dünya. Kuzey Amerika Birliği, Avrupa Birliği, Afrika Birliği ve Asya Birliği. Endgame ve daha pek çok belgesel filmde bu konularla ilgili daha geniş bilgiler de mevcut, burada kısa bir süre için değiniliyor sadece.

En son aşamada ise tüm bu din, bankacılık ve manipulasyon sistemleri bir araya getiriliyor ve bahsettiğim Tek Dünya Düzeni’ne ulaşma gayesinden bahsediliyor. Amerika artık tüm yeni pasaportlarına, her an takip edilmenizi sağlayan çipler yerleştiriyor. 2008 yılı içinde, her Amerikan vatandaşı barkodlu özel bir kimlik taşımak zorunda. Bu kimlikte hakkınızda tüm bilgiler kayıtlı. Bir sonraki aşama ise mikro çipler, ki yine Amerika’da kullanılmaya başlandı.

Tüm bunlar bile izlemek ve bilgilenmek için yeterli sebep, ama filmin sonunda kısa bir bölüm geçiyor, birileri diyor ki bir bölgeyi işgal etmek için 2 yol izleyebilirsiniz. Ya oraya tanklarla dalarsınız, ya da halkı kendiyle savaşa sokarsınız, onlar birbirlerini öldürür. Bunun için de ajanlar gönderirsiniz. Tanıdık gelmiştir sanırım örnek vermeye gerek yok.

Filmin sonunda da bu filmi her türlü yöntemle paylaşabilirsiniz diyor.
Paylaşıyorum.. İzleyin, izlettirin, hiçbir şey yapmasınızda en azından bilerek köle olun..

Bu insanların planları tıkır tıkır işliyor ve muhtemelen de bunu değiştiremeyeceğiz.. En azından bilinçli ve istekli girelim..

Haberiniz olsun dedim..

13 Nisan 2008 Pazar

Aşkın ömrü üzerine yorumlar


Her zaman söyledim, yine söylemeye de devam edeceğim sanırım, aşka fazla önem vermeyen birisiyim. İyi duygudur, hoş duygudur, güzel duygudur ve geçici bir duygudur.

Aşağıda bu duygu ve bu duygunun ömrü ile ilgili yazacaklarımın, "sevgi" terimini de kapsadığını düşünmekle beraber, teorinin "sevgi" kelimesinde tam olarak etkili olup olmadığını henüz klinik olarak test edememiş olduğumdan, kesin bir sonuç belirtemeyeceğim.

Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bu fikirlerin ardından, aşkın ömrünün 3 yıl olmadığına karar verdim. Bunun yerine çok daha basit ve bana göre çok daha geçerli bir teori geliştirdim. Aşkın -sevginin- ömrü, âşık olunacak daha iyi birini bulana kadar geçen süredir. Burada âşık olunacak daha iyi biri kavramını açmak gerek.

Aşk ve sevgi, insan bedeninde çeşitli duygu ve hisler yaratır, insanların sevdikleri şey karşılarındaki birey değil,
bu bireyler görüldüğü veya düşünüldüğü zaman vücudun verdiği tepkilerdir. O nedenledir ki birini sevmek terimi yerine, birinin bize yaşattıklarını sevmek terimi daha yerinde olacaktır. Bu bağlamda, aşk ve sevginin ömrü de, kişinin bize yaşattığı duyguları, daha güzel, daha iyi, daha fazla, daha taze (adı ne isterseniz o olsun) yaşatacak birini bulana kadardır.

Bu teori okuyanlara çok sığ, sıradan veya saçma gelebilir. Bunun kesinlikle böyle olduğunu iddia etmiyorum. Ama gözlem ve yaşanmışlıklarım beni bu sonuca itiyor. Tabii yeni bir aşk veya sevgi bulunduğu anda eskiden yaşananlar silinir veya önemini kaybeder gibi bir şey demiyorum, asla demem. Ama aşk ve sevgi sonludur. Diğer bir teorim gereğince de sonlu olmayan tek sevgi annenin çocuğuna duyduğu sevgidir.

Daha iyisini yaşayamayacağınız kadar iyisini bulduysanız, size mutluluklar dilerim..

Resim: melek

6 Nisan 2008 Pazar

Göğüs Dekoltesi



Göğüs ölçüsü B'den büyük bayanlar için konuşuyorum, eğer göğüs dekolteli bir kıyafet ile bir erkeğin karşısına çıkarsanız, o erkeğin konuşurken gözlerinizin içine bakma olasılığı, bir köpeğin hareket halindeki bir arabaya havlamama olasılığı ile eşdeğerdir.

Sonra erkekler sapıktır olmasın..