24 Ocak 2008 Perşembe

21 - 2 Haziran 2005

Bu yazı da eski blogumdan. Bunu da sevdiğimden buraya taşıyayım dedim.

21

42/2=21
42'nin ne olduğunu açıklamaya gerek yok ama 21 nedir peki? Gram cinsinden aldığımızda 21 gramın insan ruhunun ağırlığı olduğu iddia edilir. Öyle midir değil midir bilemem tabii.
Ruhlar ilginç varlıklar vesselam. Ama bir paradoks da aynı zamanda. Şimdi, hiçbir madde yoktan varolmadığına göre ve insan nüfusu geride bıraktığımız bin yıllar içerisinde muazzam bir artış gösterdiğine göre bu "ruh" nereden gelmektedir? Kaba bir hesapla; günümüz dünya nüfusunu 7 milyar kabul edersek 21 gr*7000000000=147000000000gr. Bunu da kg cinsinden yazarsak: 147000000kg. Yani 147000 ton. Günden güne artmakta olan bu kütle nereden karşılanıyor ki? Hatta genişleyen evrenin içini dolduracak madde nereden çıkıyor? Genişleyen evren de bir yerden sonra balon gibi patlamaz mı? Peki bu patlama anında, biz ve bizim dışımızda yaşayan katrilyonlarca canlı varlığın aynı anda öldüğünü varsayarsak, bu ölülerin ruh ağırlıklarından oluşacak olan kütleye ne olur(Yoğunluk azalması diye bir şeyden haberim yok herhalde. 10-2007)?

Matematik saçmalıktır.. Çünkü matematik açıklayamadığı her şeye sonsuz der.. Sonsuz ise varolmayan demektir, çünkü bilinen hiçbir "düşünen varlık" sonsuz kavramını algılayacak kadar gelişmiş değildir. Yani bu bakış açısından bakıldığında tanrı =sonsuz. Çünkü ne bizden üstün bir varlığın varoluşunu, ne de sonsuz kadar büyük bir rakamı tanımlayacak yetiye sahip değiliz. Peki sormak istiyorum neremiz zeki? Hitchhikers Guide to the Galaxy adlı 5 kısa hikâyeden oluşan seride, ağır bir suç işlemiş kişileri ceza olarak mahfolmuş bir gezegendeki bir kubbeye sokup, ona sonsuzluğu ve kendisinin o sonsuzlukta ne kadar da önemsiz kaldığını göstererek cezanladırıyolar.. İlginç değil mi?

5 Ocak 2008 Cumartesi

Bu bir veda mektubudur

Bu bir veda mektubudur..

Şu anda ne yapıyorsanız, ilerisi için ne ile uğraşıyorsanız bırakın, boşverin. On yıl içerisinde yaşayacak bir medeniyetimiz kalmayacak.

2008 yılından başlayarak, petrol fiyatlarının yükselmesi ile, dünya ekonomisinin göçmesine ve Endüstriyel Devrim Sonrası Taş Devrine (Post-Industrial Stone Age) girmemize beş on seneden kısa bir süre kaldı. Medyamız Küresel Isınma haberleri ile halkı uyutadursun, dünyamızın petrol rezervleri çoktan yarılanmış durumda. Tabii ki her zaman iyimser insanoğlu “hehe bohr var bohr” gibi saçma mazaretlere sığınabilir, olay şu ki sorun petrolün tükenmesi değil.. Olay tüm dünya ekonomisinin petrole dayanıyor olması. Daha dün NTVMSNBC.com’da yayımlanan bir habere göre, petrol fiyatları varil başına $100’ı aşarak, rekor kırmıştı. Yansımalar gecikmedi. Bugün aynı sitede “Petroldeki rekorun faturası ağır”* başlığıyla yayımlanan yazıdan bazı alıntılar yaparsak,

“Türkiye’nin, en büyük kalemini petrolün oluşturduğu enerji ithalatının faturasının 2008’de 40 milyar doları aşması bekleniyor. Petrolde 1 dolarlık artış, ekonomiye 200 milyon dolarlık bir fatura çıkarırken, cari açığı 350 milyon dolar artırıyor.”

“Türkiye’nin enerji faturasının yükselmesi, dış ticaret açığından cari açığa, enflasyondan yatırım ve büyümeye kadar bir dizi olumsuz etkide bulunacak. Türkiye’nin, bu yıl için cari işlemler açığının Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya (GSYİH) oranı yüzde 8 olarak tahmin ediliyor.”

“Petrol fiyatlarındaki rekor yükselişin, yıllık TÜFE’ye ortalama etkisinin de en az 2 puan olabileceği vurgulanıyor. Enflasyonun artışıyla, tüketimin düşmesi, tasarruf ve yatırım eğiliminin yükselmesi ise ekonomik büyümeyi olumsuz etkiliyor.”

Ekleme(5 Mart 2008): http://www.ntvmsnbc.com/news/436556.asp, http://www.ntvmsnbc.com/news/437482.asp. Aşağıda da ek eklenmiştir.

Bu buzdağının daha görünen kısmı bile değil. Usame Bin Ladin’in Amerika’yı göçertme planları için yaptığı ilk plan petrol fiyatlarını varil başına $200 dolar üzerine çekip Amerikan (ve tabii ki dünya) ekonomisini göçertmekti. Bugün Amerika’da su, petrolden daha pahalı. Yani zaten geri dönüşümü olmayan ve tükenmekte olan bir doğal kaynak, sudan daha ucuz, Starbucks’daki bir kahveden yarı yarıya daha ucuz. Department of Homeland Security adlı Amerika’n savunma birimleri, geçen sene (2006) $400 milyon dolarlık yatırımla göçmen barındırma kamplarını inşaa ettirmeye başladı. Zira ekonomik kriz vurduktan sonra, tüm dünya sefalete boğulacak. Savaş, göç ve kriz hergün kullandığımız tek kelimeler olacak muhtemelen, ölüm, açlık ve susuzluğun yanında.**

Beni tanıyanlar, Post-Apokaliptik eserlere aşırı bir ilgi duyduğumu ve çok sevdiğimi bilirler. Bu evrenleri sevme sebebim, yakın vadede gerçek olacaklarına inanmamamdı. Ama bugün, o evrenlerin sadece beş yıl ötede olduklarını bilmek, beni korkutuyor..

Yukarıda yazdıklarım, bilim kurgu senaryosu değil. Sonun başlangıcı. Bu konuda daha geniş bir yazı yazıp bilgilendirebildiğim kadar insanı bilgilendirmek istiyorum ama sınav dönemim olduğundan geniş bir yazı yazacak vaktim yok (sınavlara neden çalışıyorsam..). O nedenle şimdilik böyle bir giriş yazısıyla en azından duyurabileceğim kadar çok insana duyurup, araştırmaya teşvik etmek istedim.

Şu anda gelecekle ilgili ne düşünüyorsanız boşverin. Vahşi dünyada hayatta kalmayı, stok yapmayı ve kendinizi savunmayı öğrenin. Önümüzdeki on yıllar, küresel ısınmanın getirdiği sellerle değil, savaş ve sefaletle geçecek.

Hazırlanmaya çalışın.

Ek (5 Mart 2008): http://www.guardian.co.uk/theguardian/2008/mar/01/scienceofclimatechange.climatechange

Eylem Caner
*1: http://www.ntvmsnbc.com/news/431634.asp
**: A Crude Awakening: The Oil Crash (2006) (film)
**: http://www.lifeaftertheoilcrash.net/

3 Ocak 2008 Perşembe

Teşekkür mektubu

Arada bir yazılarıma çeşitli görsel anlamlar katan (boğazına sarılarak ben yaptırıyor olsam da) Melek'ime teşekkürü borç bilir, sizi birkaç başka şaheseri ile başbaşa bırakırım..


 

1 Ocak 2008 Salı

Dün Gece



25 Kasım 2006 Cumartesi;

Rüyamda gördüm seni dün gece.

Ben o uyanıklık ile uyku arasındaki ince bölgede gidip gelirken kapı çaldı aniden. O ânın mahmurluğunu bilirsin, neyin düş, neyin gerçek olduğunun ayırdına tam varılamaz o an. Ama evin kapısından gelen o tatlı tıklamayı duyabiliyordum.

Tık, tık, tık

Israrcı veya asabi bir çalış değildi bu. Sakin, dingin bir ruhun kalp okşaması gibiydi. Kendime geldim. Kapı gerçekten çalıyordu. Olabilir miydi?

Bu, sen olabilir miydin?

Fal taşı gibi açıldı gözlerim. Hemen fırladım yerimden. Bu sen olabilir miydin? Busenolabilirmiydin?

Aynanın karşısında saçıma baktım, dün gece sevişmiş bir ceset gibiydim. Ama olamazdı, en son seninle, bu günden tam dört ay sekiz gün on saat önce, cennetten çaldığımız o dakikalarda sevişmiştim. Dudaklarının tadı ağzımdaydı hâlen. Mümkün mü ki seni unutmak? Kokunu, tenini, tadını, varlığını?

Tık, tık, tık

Ayna ile kapı arasındaki mesafe o kadar genişti ki bir saniyede aştım o mesafeyi sana kavuşma düşüncesiyle. Bu, sen olabilir miydin?

Sonsuzluktan çaldığım o ânın ardından kapıyı açtığımda..
Nasıl anlatabilirim ki? O ânı nasıl tarif edebilir, sınırlı kelime dağarcığım ile o gülümsemeni nasıl tanımlayabilirim ki?

Elinde tuttuğun o gülü bana uzatışın, gözlerin dolu sırıtışın ve sonra bana sarılışın..
Dört ay, sekiz gün, iki saat önce buluşmuştu dudaklarımız en son. Şimdi yine benimdin. Sen ve dudakların. Öpüşüyorduk.

Rüyamda seni gördüm dün gece. Herzamanki gibi dudaklarımız kavuştuğunda uyandım.

Ben aslında dört ay, sekiz gün, on saattir uyuyorum.



Çizimler: Melek

portakal'a