16 Haziran 2008 Pazartesi

Bir ben bir de sen

Aşağdaki yazıyı 2004 yılında Melike yazmıştı.. Karşıma çıktı aniden.. 4 yıl bile neler değiştiriyor insanda, çok ilginç.. Sizinle de paylaşayım dedim..

Arıyorsun devamlı…hayatını anlatan en uygun sözcük bu olsa gerek.aradığın bir insan görünüşte ama bence öyle değil.hayatını biyerlerde kaybetmiş olmalısın,arayışın bundan.mutluluğun orda kalmış,yüklediğin oluşturduğun anlamlar da öyle.bir şeyleri eksik yaşamış gibi,…giderken dönüp dönüp gerine bakıyormuşsun gibi…arkanda bıraktıklarından memnun değilmişsin,bunu yaparken bir şeylerini,sende önemli yer tutan bir şeylerini kaybetmişsin gibi.ama aradığının farkına varmadan dönüp duruyorsun.gidiyorsun başı,ucu düşünmek gereksizmiş gibi.arkamda unuttuğum şey bi gün gelip önümde beliverecek der gibi bi umutla,ama o umudu sımsıkı bastıran,gecikmişliğin getirdiği umutsuzlukla…ya pişmansın ya da tatmin edilemedin.belki de büyürken hayatla ilgili çok fazla düş kurdun,onun sana verecekleri hakkında fazla beklentilerin vardı,önüne sunulmasını istediğin birsürü şey vardı.harekete geçmen.çaba harcaman gerektiğini anladığın an daha doğrusu çevrenden gördüğün an hayal kırıklığı yaşadın.işte o anda pes ettin,durakladın.o zamandan beri de hayatın ve biz dünya insanlarının gerisinden takip diyorsun zamanı.hayatın senle birlikte büyüyemedi.bu da yordu seni…mükemmeli ararken bu defa “idare eder”lerden bile uzaklaşıyorsun,uzaklaştıkça gözlerin daha da görmez oluyor hayatı.puslu sisli şekillerden gayret edip bir şeyler öğrenmeyi,gözlerini kısıp,hatta gözlüklerini takıp hayata çok uzaklardan bakmayı denediğindeyse başarısız oluyorsun.kurtuluşu ise hala o anlamsız umutta arıyorsun.kendiliğinden…kendiliğinden olsun her şey istiyorsun.bizlerle arandaki mesafe uzuyor…

Anlıyorum seni anlamasına..anlasam da ne yapacağımı bilemiyorum.yardım etmek istiyorum biyerlerinden tutunmanı sağlamak istiyorum bir şeylere,ama beni ya da herhangi birini yanına yaklaştırmıyorsun.duvarların var.dışındaki karanlıktan kendini öyle koruyacağını sandın.insanlara da bunu şöyle açıkladın:”ben,içimdeki ışığı herkese göstermemek için bu duvarları ördüm.”halbuki yalan bu.karanlıktan korkuyorsun sen de çoğu gibi.yalanına kendin de inandın şimdi ise şaşkınsın.belki de senin çözümün olabilecek bi ipucunu topraklarla örttün sakladın.kendin de inandın işte.yalnızlığı seviyorum dedin inandın inandırdın.ama sevmiyorsun içinde.bunun ara ara sen de ayırtına varıyorsun ama geçiştiriyorsun hemen.sevgiye açsın ama sevgi gördüğün yerden uzaklaşıyorsun.sevgi sözcükleri,sevgi vermeye hazır yürekler itiyor seni,sen onları itiyorsun ya da. yine o duvarların ardına saklanıp düşünmeye başlıyorsun.güçlü olduğuna bir kez daha inandırıp kendini,suçu kadere,dünyaya,muhtaç olup nefret ettiğin insanlara atıyorsun.hırçın oluşun bu yüzden.kalenin,duvarlarının dibine diktiğin güleryüzlü bekçi,seni oynuyor,mutluluğu oynuyor,gücü oynuyor.gelenlere ”merhaba ben eylem,bakın gülümsüyorum” deyip dişlerini gösteriyorsun.mutlu sanıyoruz seni.ama o dişlerinle tüm dünyayı kemirip hırsını almak istediğini görüyorum ben…

Tüm geç kalışlarını, pişmanlıklarını, nefretlerini,kendine göremediklerini,insanlarda bulamadıklarını,hayallerini,düşmüşlüğünü,güçsüzlüğünü ama uğraşsan hemen görüvereceğin açığa çıkarıp ortaya koyabileceğin gücünü,sevgiyi,düşünceyi,tüm düşüncelerini tek bir şeyde toplamak,yoğunlaştırmak istiyorsun.sonra da o şeye sahip olmayı…bu şimdilik biri…bir sevgili…kimbilir belki daha sonra bir eş,ya da bir iktidar…ya da sahip olma hırsı,iyelik,belki çok sonraları bencillik.yani sen…senin egon…kendini korumaya çalışırken,kendinle yapayalnız kalırsan,bu sefer tehlikeleri bile özlersin.emniyetli duvarların düşmanların olur o zaman…hapsolursan biyerlerde,gün ışığına çıkmaya karar verdiğinde herkes orayı terk etmiş olursa,asıl ölümün o zaman olur.anlık değil ruhun can verene dek ölürsün…

Öyle bir şeyler işte..


26 Nisan 2008 Cumartesi

Dönem Ruhu

Zeitgeist bir belgesel.

Zeitgeist, bir dönemin ruhu, kültürel seviyesi gibi anlamlara geliyor.

Zeitgesit, geçmişten, çok eski günlerden açılıyor. İsa'dan önce 4000lere kadar gidiyoruz. Filmin bu ilk bölümünde, özelde Hristyanlık üzerinden, genelde tüm dinlerin nasıl ve neden yaratıldığı, mümkün olduğunca tarafsız bir dille anlatılıyor (en azından Endgame veya The God Deception gibi laubali ve dalgacı bir tavır yok). Dinlerin birer efsane, veya gerçek olamayacak uydurma hikâyeler (myth kelimesi artık nasıl isterseniz çevirin) oldukları sergileniyor.

Daha sonra Merkez Bankası sistemi ve bu sistemin nasıl elit bir kitlenin elinde, tüm dünya halkını kendi hegomonyası altına aldığı anlatılıyor. Evet bildiğiniz, yok bunlar Mason oyunu, Yeni Dünya Düzeni (New World Order), Bilderberg Grubu (ki son toplantılarını geçen sene İstanbul’da yaptılar) gibi sistemlerin oluşumundan ve bu sistemlerin Amerikan Hükümeti’ni ele geçirişinden bahsediyor.

Daha sonra ise Amerikan Hükümeti’nin icraatlarına geçiriyoruz. Avrupalı bankacılara bağlı Merkez Bankası’nın ekonomiyi sömürmek için 1900lerin başından itibaren medya manipulasyonu ile yaptıklarına şahit oluyoruz, ekonomik buhranlar, 1. ve 2. Dünya savaşlarını çıkartabilmek için kendi halkına saldırılar, Vietnam Savaşı’nı başlatabilmek için sahte haberler ve tabii ki 9/11 efsanesi ve bu efsanenin nasıl yaratıldığı (ki bana sorulursa Amerikan Halkının işlediği en büyük günah, Amerikalıların körü körüne bağlı olduklarını sandıkları Bağımsızlık Bildirgesi'ni yerle bir etmeleri olmuştur. Bu bildirgeye bu kadar bağlı olduklarını sanırken orada yazılan her şeyin hükümetleri tarafından alt üst edilmesine rağmen halkın hâlâ uyuyor olması insana yine Türkiye'yi ve Atatürk'ün ilke ve sözlerini hatırlatıyor. Demek ki bizim de günahımız büyük).. Tabii bunların hepsi savaşa girerek savaş ekonomisi üzerinden para kazanmak için yapılıyor ancak yanıldığımız nokta, biz devamlı Amerika’yı çift taraflı oynayıp bu savaşları tetiklemekle suçluyoruz, evet öyle, ama onların arkasında da daha büyük (sayıca küçük) güçlerin varolması.

Aralarda bir yerde yeni oluşturulmakta olan ve yazılı anlaşmaları imzalanmış olan Kuzey Amerika Birliği’nden bahsediliyor. Kuzey Amerika Birliği’nin oluşuturulma amacı, nihai sonda Yeni Dünya Düzeni, yani tek hükümetli dünya modeline erişmek, burada da 4 eyalete ayrılıyor dünya. Kuzey Amerika Birliği, Avrupa Birliği, Afrika Birliği ve Asya Birliği. Endgame ve daha pek çok belgesel filmde bu konularla ilgili daha geniş bilgiler de mevcut, burada kısa bir süre için değiniliyor sadece.

En son aşamada ise tüm bu din, bankacılık ve manipulasyon sistemleri bir araya getiriliyor ve bahsettiğim Tek Dünya Düzeni’ne ulaşma gayesinden bahsediliyor. Amerika artık tüm yeni pasaportlarına, her an takip edilmenizi sağlayan çipler yerleştiriyor. 2008 yılı içinde, her Amerikan vatandaşı barkodlu özel bir kimlik taşımak zorunda. Bu kimlikte hakkınızda tüm bilgiler kayıtlı. Bir sonraki aşama ise mikro çipler, ki yine Amerika’da kullanılmaya başlandı.

Tüm bunlar bile izlemek ve bilgilenmek için yeterli sebep, ama filmin sonunda kısa bir bölüm geçiyor, birileri diyor ki bir bölgeyi işgal etmek için 2 yol izleyebilirsiniz. Ya oraya tanklarla dalarsınız, ya da halkı kendiyle savaşa sokarsınız, onlar birbirlerini öldürür. Bunun için de ajanlar gönderirsiniz. Tanıdık gelmiştir sanırım örnek vermeye gerek yok.

Filmin sonunda da bu filmi her türlü yöntemle paylaşabilirsiniz diyor.
Paylaşıyorum.. İzleyin, izlettirin, hiçbir şey yapmasınızda en azından bilerek köle olun..

Bu insanların planları tıkır tıkır işliyor ve muhtemelen de bunu değiştiremeyeceğiz.. En azından bilinçli ve istekli girelim..

Haberiniz olsun dedim..

13 Nisan 2008 Pazar

Aşkın ömrü üzerine yorumlar


Her zaman söyledim, yine söylemeye de devam edeceğim sanırım, aşka fazla önem vermeyen birisiyim. İyi duygudur, hoş duygudur, güzel duygudur ve geçici bir duygudur.

Aşağıda bu duygu ve bu duygunun ömrü ile ilgili yazacaklarımın, "sevgi" terimini de kapsadığını düşünmekle beraber, teorinin "sevgi" kelimesinde tam olarak etkili olup olmadığını henüz klinik olarak test edememiş olduğumdan, kesin bir sonuç belirtemeyeceğim.

Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bu fikirlerin ardından, aşkın ömrünün 3 yıl olmadığına karar verdim. Bunun yerine çok daha basit ve bana göre çok daha geçerli bir teori geliştirdim. Aşkın -sevginin- ömrü, âşık olunacak daha iyi birini bulana kadar geçen süredir. Burada âşık olunacak daha iyi biri kavramını açmak gerek.

Aşk ve sevgi, insan bedeninde çeşitli duygu ve hisler yaratır, insanların sevdikleri şey karşılarındaki birey değil,
bu bireyler görüldüğü veya düşünüldüğü zaman vücudun verdiği tepkilerdir. O nedenledir ki birini sevmek terimi yerine, birinin bize yaşattıklarını sevmek terimi daha yerinde olacaktır. Bu bağlamda, aşk ve sevginin ömrü de, kişinin bize yaşattığı duyguları, daha güzel, daha iyi, daha fazla, daha taze (adı ne isterseniz o olsun) yaşatacak birini bulana kadardır.

Bu teori okuyanlara çok sığ, sıradan veya saçma gelebilir. Bunun kesinlikle böyle olduğunu iddia etmiyorum. Ama gözlem ve yaşanmışlıklarım beni bu sonuca itiyor. Tabii yeni bir aşk veya sevgi bulunduğu anda eskiden yaşananlar silinir veya önemini kaybeder gibi bir şey demiyorum, asla demem. Ama aşk ve sevgi sonludur. Diğer bir teorim gereğince de sonlu olmayan tek sevgi annenin çocuğuna duyduğu sevgidir.

Daha iyisini yaşayamayacağınız kadar iyisini bulduysanız, size mutluluklar dilerim..

Resim: melek

6 Nisan 2008 Pazar

Göğüs Dekoltesi



Göğüs ölçüsü B'den büyük bayanlar için konuşuyorum, eğer göğüs dekolteli bir kıyafet ile bir erkeğin karşısına çıkarsanız, o erkeğin konuşurken gözlerinizin içine bakma olasılığı, bir köpeğin hareket halindeki bir arabaya havlamama olasılığı ile eşdeğerdir.

Sonra erkekler sapıktır olmasın..

27 Şubat 2008 Çarşamba

Günah

Yazmaya başlayıp bitiremediğim hikâyelerden.. Hep beraber neden öldürmüş acaba diye merak edelim..

Tanrının varolmadığı bir dünyada, günah da yoktur.

Barut kokusunu alabiliyordu muhtemelen. Az önce birini vurmuş olmanın verdiği ürperti ile elindeki tabancıyı incelerken vapurları düşünüyordu. Tabancadan çıkan duman, vapurun bacasından çıkan isi andırıyordu.

Olayın nedeni ve nasılı kurcalıyordu kafasını. Beyni halıya akmakta olan çocuğu neden vurduğunu hatırlamaya çalışıyordu.. Bu 8. yaş gününden bir gün sonra akşam yemeğinde ne yediğini hatırlamaya benziyordu. Hiçbir fikri yoktu. Yerde yatan çocuğu neden vurduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Silahı pantalonuna sıkıştırıp evden ayrıldı.

Neden vurmuştu ki? Sebebi neydi? İyi bir çocuktu, araları iyiydi, kavga da etmemişlerdi. Tamam, bazen çok bilmişlik taslayıp onu rahatsız ediyor, inatçılığı ile onu çıldırtıyordu ama olsun, iyi biriydi, samimiydi, cana yakındı, iyi bir dosttu. Üç yıl önce tanışmışlardı. Bir Cumartesi öğleden sonrasında, sinema çıkışında bir kafede otururken göz göze gelmişlerdi. Sonra da çocuk gelip masasına oturmuştu.. Yirmili yaşlarında, yakışıklı ve cana yakın bir tipti. Düzgün bir konuşması vardı. Ya da ne bileyim, bir anda kanı kaynamıştı herhalde, aksi bir tip bile olsa farketmemişti. Ukalalığı paçalarından akıyor olsa bile samimi ve hoş biriydi. Ondan hoşlanmıştı galiba. O dönem aralıklara görüşmeye devam ettiler, sonrasında aralar kısaldı, sonra seviştiler. Başta bunun her şeyi bozacağını düşünmüştü ama sanırım çocuk ondan cidden hoşlanıyordu.Tabii ki o da çocuktan. Her şey güzel gidiyordu.

Ta ki bugün kafasına bir kurşun sıkana kadar..

Ta ki bugün kafasına bir kurşun sıkana kadar, her şey çok güzel gidiyordu.

7 Şubat 2008 Perşembe

We Feel Fine




Öyle bir siteye denk geldim ki bugün, belki gözünüzden kaçmıştır diye paylaşayım dedim.

Blogcuların özellikle ilgilisini çekecek, ama nette azıcık da olsa vakit geçiren herkesin kesinlikle incelemelisi gereken bir site.. Böyle mükemmel fikirleri görünce çok mutlu oluyorum..

We Feel Fine

24 Ocak 2008 Perşembe

21 - 2 Haziran 2005

Bu yazı da eski blogumdan. Bunu da sevdiğimden buraya taşıyayım dedim.

21

42/2=21
42'nin ne olduğunu açıklamaya gerek yok ama 21 nedir peki? Gram cinsinden aldığımızda 21 gramın insan ruhunun ağırlığı olduğu iddia edilir. Öyle midir değil midir bilemem tabii.
Ruhlar ilginç varlıklar vesselam. Ama bir paradoks da aynı zamanda. Şimdi, hiçbir madde yoktan varolmadığına göre ve insan nüfusu geride bıraktığımız bin yıllar içerisinde muazzam bir artış gösterdiğine göre bu "ruh" nereden gelmektedir? Kaba bir hesapla; günümüz dünya nüfusunu 7 milyar kabul edersek 21 gr*7000000000=147000000000gr. Bunu da kg cinsinden yazarsak: 147000000kg. Yani 147000 ton. Günden güne artmakta olan bu kütle nereden karşılanıyor ki? Hatta genişleyen evrenin içini dolduracak madde nereden çıkıyor? Genişleyen evren de bir yerden sonra balon gibi patlamaz mı? Peki bu patlama anında, biz ve bizim dışımızda yaşayan katrilyonlarca canlı varlığın aynı anda öldüğünü varsayarsak, bu ölülerin ruh ağırlıklarından oluşacak olan kütleye ne olur(Yoğunluk azalması diye bir şeyden haberim yok herhalde. 10-2007)?

Matematik saçmalıktır.. Çünkü matematik açıklayamadığı her şeye sonsuz der.. Sonsuz ise varolmayan demektir, çünkü bilinen hiçbir "düşünen varlık" sonsuz kavramını algılayacak kadar gelişmiş değildir. Yani bu bakış açısından bakıldığında tanrı =sonsuz. Çünkü ne bizden üstün bir varlığın varoluşunu, ne de sonsuz kadar büyük bir rakamı tanımlayacak yetiye sahip değiliz. Peki sormak istiyorum neremiz zeki? Hitchhikers Guide to the Galaxy adlı 5 kısa hikâyeden oluşan seride, ağır bir suç işlemiş kişileri ceza olarak mahfolmuş bir gezegendeki bir kubbeye sokup, ona sonsuzluğu ve kendisinin o sonsuzlukta ne kadar da önemsiz kaldığını göstererek cezanladırıyolar.. İlginç değil mi?

5 Ocak 2008 Cumartesi

Bu bir veda mektubudur

Bu bir veda mektubudur..

Şu anda ne yapıyorsanız, ilerisi için ne ile uğraşıyorsanız bırakın, boşverin. On yıl içerisinde yaşayacak bir medeniyetimiz kalmayacak.

2008 yılından başlayarak, petrol fiyatlarının yükselmesi ile, dünya ekonomisinin göçmesine ve Endüstriyel Devrim Sonrası Taş Devrine (Post-Industrial Stone Age) girmemize beş on seneden kısa bir süre kaldı. Medyamız Küresel Isınma haberleri ile halkı uyutadursun, dünyamızın petrol rezervleri çoktan yarılanmış durumda. Tabii ki her zaman iyimser insanoğlu “hehe bohr var bohr” gibi saçma mazaretlere sığınabilir, olay şu ki sorun petrolün tükenmesi değil.. Olay tüm dünya ekonomisinin petrole dayanıyor olması. Daha dün NTVMSNBC.com’da yayımlanan bir habere göre, petrol fiyatları varil başına $100’ı aşarak, rekor kırmıştı. Yansımalar gecikmedi. Bugün aynı sitede “Petroldeki rekorun faturası ağır”* başlığıyla yayımlanan yazıdan bazı alıntılar yaparsak,

“Türkiye’nin, en büyük kalemini petrolün oluşturduğu enerji ithalatının faturasının 2008’de 40 milyar doları aşması bekleniyor. Petrolde 1 dolarlık artış, ekonomiye 200 milyon dolarlık bir fatura çıkarırken, cari açığı 350 milyon dolar artırıyor.”

“Türkiye’nin enerji faturasının yükselmesi, dış ticaret açığından cari açığa, enflasyondan yatırım ve büyümeye kadar bir dizi olumsuz etkide bulunacak. Türkiye’nin, bu yıl için cari işlemler açığının Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya (GSYİH) oranı yüzde 8 olarak tahmin ediliyor.”

“Petrol fiyatlarındaki rekor yükselişin, yıllık TÜFE’ye ortalama etkisinin de en az 2 puan olabileceği vurgulanıyor. Enflasyonun artışıyla, tüketimin düşmesi, tasarruf ve yatırım eğiliminin yükselmesi ise ekonomik büyümeyi olumsuz etkiliyor.”

Ekleme(5 Mart 2008): http://www.ntvmsnbc.com/news/436556.asp, http://www.ntvmsnbc.com/news/437482.asp. Aşağıda da ek eklenmiştir.

Bu buzdağının daha görünen kısmı bile değil. Usame Bin Ladin’in Amerika’yı göçertme planları için yaptığı ilk plan petrol fiyatlarını varil başına $200 dolar üzerine çekip Amerikan (ve tabii ki dünya) ekonomisini göçertmekti. Bugün Amerika’da su, petrolden daha pahalı. Yani zaten geri dönüşümü olmayan ve tükenmekte olan bir doğal kaynak, sudan daha ucuz, Starbucks’daki bir kahveden yarı yarıya daha ucuz. Department of Homeland Security adlı Amerika’n savunma birimleri, geçen sene (2006) $400 milyon dolarlık yatırımla göçmen barındırma kamplarını inşaa ettirmeye başladı. Zira ekonomik kriz vurduktan sonra, tüm dünya sefalete boğulacak. Savaş, göç ve kriz hergün kullandığımız tek kelimeler olacak muhtemelen, ölüm, açlık ve susuzluğun yanında.**

Beni tanıyanlar, Post-Apokaliptik eserlere aşırı bir ilgi duyduğumu ve çok sevdiğimi bilirler. Bu evrenleri sevme sebebim, yakın vadede gerçek olacaklarına inanmamamdı. Ama bugün, o evrenlerin sadece beş yıl ötede olduklarını bilmek, beni korkutuyor..

Yukarıda yazdıklarım, bilim kurgu senaryosu değil. Sonun başlangıcı. Bu konuda daha geniş bir yazı yazıp bilgilendirebildiğim kadar insanı bilgilendirmek istiyorum ama sınav dönemim olduğundan geniş bir yazı yazacak vaktim yok (sınavlara neden çalışıyorsam..). O nedenle şimdilik böyle bir giriş yazısıyla en azından duyurabileceğim kadar çok insana duyurup, araştırmaya teşvik etmek istedim.

Şu anda gelecekle ilgili ne düşünüyorsanız boşverin. Vahşi dünyada hayatta kalmayı, stok yapmayı ve kendinizi savunmayı öğrenin. Önümüzdeki on yıllar, küresel ısınmanın getirdiği sellerle değil, savaş ve sefaletle geçecek.

Hazırlanmaya çalışın.

Ek (5 Mart 2008): http://www.guardian.co.uk/theguardian/2008/mar/01/scienceofclimatechange.climatechange

Eylem Caner
*1: http://www.ntvmsnbc.com/news/431634.asp
**: A Crude Awakening: The Oil Crash (2006) (film)
**: http://www.lifeaftertheoilcrash.net/

3 Ocak 2008 Perşembe

Teşekkür mektubu

Arada bir yazılarıma çeşitli görsel anlamlar katan (boğazına sarılarak ben yaptırıyor olsam da) Melek'ime teşekkürü borç bilir, sizi birkaç başka şaheseri ile başbaşa bırakırım..


 

1 Ocak 2008 Salı

Dün Gece



25 Kasım 2006 Cumartesi;

Rüyamda gördüm seni dün gece.

Ben o uyanıklık ile uyku arasındaki ince bölgede gidip gelirken kapı çaldı aniden. O ânın mahmurluğunu bilirsin, neyin düş, neyin gerçek olduğunun ayırdına tam varılamaz o an. Ama evin kapısından gelen o tatlı tıklamayı duyabiliyordum.

Tık, tık, tık

Israrcı veya asabi bir çalış değildi bu. Sakin, dingin bir ruhun kalp okşaması gibiydi. Kendime geldim. Kapı gerçekten çalıyordu. Olabilir miydi?

Bu, sen olabilir miydin?

Fal taşı gibi açıldı gözlerim. Hemen fırladım yerimden. Bu sen olabilir miydin? Busenolabilirmiydin?

Aynanın karşısında saçıma baktım, dün gece sevişmiş bir ceset gibiydim. Ama olamazdı, en son seninle, bu günden tam dört ay sekiz gün on saat önce, cennetten çaldığımız o dakikalarda sevişmiştim. Dudaklarının tadı ağzımdaydı hâlen. Mümkün mü ki seni unutmak? Kokunu, tenini, tadını, varlığını?

Tık, tık, tık

Ayna ile kapı arasındaki mesafe o kadar genişti ki bir saniyede aştım o mesafeyi sana kavuşma düşüncesiyle. Bu, sen olabilir miydin?

Sonsuzluktan çaldığım o ânın ardından kapıyı açtığımda..
Nasıl anlatabilirim ki? O ânı nasıl tarif edebilir, sınırlı kelime dağarcığım ile o gülümsemeni nasıl tanımlayabilirim ki?

Elinde tuttuğun o gülü bana uzatışın, gözlerin dolu sırıtışın ve sonra bana sarılışın..
Dört ay, sekiz gün, iki saat önce buluşmuştu dudaklarımız en son. Şimdi yine benimdin. Sen ve dudakların. Öpüşüyorduk.

Rüyamda seni gördüm dün gece. Herzamanki gibi dudaklarımız kavuştuğunda uyandım.

Ben aslında dört ay, sekiz gün, on saattir uyuyorum.



Çizimler: Melek

portakal'a